Ortadoğu üzerine
yazılacak, konuşulacak ve hatta ön görülerde bulunulması muhtemel çok konu
vardır. Hatta bu konuya Ortadoğu kelimesinin kendisinden mi başlamak gerek?
Acaba Güneydoğu Asya diye tabir ettiğimiz ülkelerin yerini baz alırsak onların
Ortadoğu diye kastettiği yerin karşılığı birebir konum olarak doğru bir şekilde
onlar açısından eşleşiyor mu? Bu kelime ile bile Ortadoğu'ya bir gömlek
biçilmiş farkında mıyız? Kim biçmiş bu gömleği? Şurası bir gerçek, tanım bir
gömlek ise bu gömleği dikenlerin de ilmi araştırmalarda ileri gitmiş bu yönde
politikalar üretmiş ve teoriler ile politikalarını desteklemiş ülkeler olduğunu
görmemiz hiç de zor olmasa gerek. Örneğin Davison Ortadoğu'yu, İslam dini
etrafında oluşan jeopolitik bir birim olarak tanımlamıştır. 1902 yılında
ise Hogarth Ortadoğu'yu, Osmanlı Devleti
sınırları içinde bulunan Arnavutluk ve Balkanlar'dan başlatmıştır. Ancak Avrupa
merkez alındığında Ortadoğu tanımı hem jeopolitik olarak hem de siyasi olarak
ifade edilen noktayı doğrulamaktadır. Bizler, bilindiği üzere Ortadoğu
kelimesini kullanırken Avrupa'nın tanımını kullanmaktayız.
Şuanda anladığımız yer
olarak Ortadoğu'yu düşündüğümüz de ve tekrar Selçuklu Devleti'nden önceki
dönemlere gittiğimiz de burada kurulan devletlerin, güçsüz duruma düşmemek için
bölge dışından gelen tesirlere karşı birleşik bir güç oluşturduklarını geçmişte
görmekteyiz.
Selçuklu ve Osmanlı
Devleti döneminde ise birçoğumuzun bildiği üzere bu coğrafyada huzur ve sukûnet
hakim olmuş bu vesile ile ilim, fen gibi alanlarda çalışmaların yapıldığı dünya
üzerindeki merkezlerden biri haline gelmiştir.
18. ve 19. yüzyıllarda Sanayi
devriminden sonra ise Ortadoğu, batılı bazı ülkeler tarafından hem sanayi
hammaddesi için hem de üretilen ürünlerin satılabileceği bir pazar olarak kullanılmıştır.
Birçok ülke için Ortadoğu, sadece ekonomik bir anlam ifade eden bir mana haline
gelmiştir. Bu pazarı değerlendirmek isteyen güçler bunu sağlamak için
diplomatik girişimlerde ya da askeri saldırılarda bulunmaktan çekinmemişlerdir.
Sömürgeci dönemden sonra
oluşturulan sınırlar, politik coğrafya arasındaki uyumsuzluk nedeniyle bölgenin
sınır komşuları arasında anlaşmazlıklara sebep olmuştur. Bunun yanında bazı
ülkelerin yönetimi ve halkı arasındaki uyumsuzluk da ülkelerin refaha
ermesindeki engel olarak Ortadoğu'nun karşısına çıkmıştır.
Çıkan çatışmalar ve
savaşlar gözlemlendiğinde yukarıda bahsi geçen bir durumun sonucu olduğunu
görmemiz hiçte güç olmayacaktır. Ayrıca
Ortadoğu'yu daha iyi algılayabilmemiz için dünyada ve bölgede gelişen olayları
incelememiz faydamıza olacaktır.
1917 yılında Çarlık
Rusya'nın yıkılması ile gün yüzüne çıkan gizli anlaşmalar sonucunda Şerif
Hüseyin gibi kişilerin kandırıldığı ve arkalarından birçok gizli anlaşma
yapıldığı bu durumun soğuk duş etkisi yaptığı aşikardır. Ortadoğu'nun Sykes -
Picot anlaşması ile büyük bir kısmının şekillendiği de unutulmamalıdır. İki
dünya savaşı arasında Balfour Deklarasyonu ile Yahudi göçü Filistin'e devam
etmiştir.
II. Dünya Savaşı
bilindiği gibi I. Dünya Savaşı'nın neticelenmesinin akabinde çıkan orantısız
güç dağılımını kabullenemeyen, kaybeden, ülkelerin hızlı silahlanma yarışı
sonucunda nükleer silahların kullanılması ile neticelenen bir savaştır. I.
Dünya Savaşı sonrası yıkılan imparatorluklar neticesinde çok güçlenen devletler
oluşmuş, II. Dünya Savaşı neticesinde ise dünyadaki güç dengeleri yeniden şekillenmiş
ve dünyada farklı ideolojik görüşlere sahip iki ülke ortaya çıkmıştı; SSCB ve
ABD. Bu ülkeler safhında yer almayan ve
yeni bağımsızlığını kazanan ülkeler ise 3. bir faktör olarak soğuk savaş
döneminde yerlerini aldılar.
II. Dünya Savaşı'nın
neticelenmesi ile birlikte Ortadoğu'daki ülkeler bağımsız bir devlet olmaya
başladılar. Bu zaman dilimi içerisinde
1948 yılında, Ortadoğu'da Balfour Deklarasyonu ile Yahudilerin göç ettikleri
Filistin'de, bir Yahudi Devleti kuruldu ve bu girişim bölge ülkelerinin birlikte
hareket ederek Yahudi Devletine 1967 yılında savaş açmasına ortam hazırladı. İki kutuptan biri olan A.B.D'nin Yahudi
devletini desteklemesi ile savaş bölge ülkelerinin lehine sonuçlandı. Bundan
dolayı bölge ülkeleri A.B.D ile ilişkilerini kesmişlerdir. 1973 Yom - Kippur
Savaşı Mısır ve Suriye'nin İsrail Devleti'ne kaybettiği toprakları geri almak
için açtığı savaştır. Bu savaş sonrasında İsrail Devleti galip geldi.
Yom - Kippur savaşı
sonrasında İsrail'e destek olan ülkelerin zor durumda bırakılması için bölge
ülkeleri tarafından petrol fiyatlarını artırarak arz kısıntısına gidildi. Bu
durum dünyada 1973 Petrol Krizi'ne neden oldu. Ayrıca üretim maliyetlerinin
artması ile birlikte fiyatlar yükseldi, o günün şartlarına göre zorunlu mal
niteliğinde olmayan üretilen ürünlerin taleplerinde düşme meydana geldi, talep
düşünce üretim kısıldı ve işsizlik arttığı için dünyada stagflasyon krizi
yaşandı.
Diğer ülkelerden hariç
olarak petrol ihraç eden ülkelerin kazançlarını artıran petrol krizi Ortadoğu
ülkelerinin gelirlerini artırmalarına vesile oldu. Bu gelirlerin ise bölge
ülkeleri tarafından silahlanmaya harcanması ise başka bir hazin durumu ortaya
çıkardı: Kazançların tekrar silah üreten ülkelere gitmesine yani kazançların
kaybedilmesine neden oldu. Bundan daha hazini ise bölge ülkeleri satılan
silahları caydırıcı güç olarak kullanmaktan ziyade birbirine doğrultarak
güçlerini zayıflattılar ve bunun sonucunda Yom- Kippur Savaşı'ndan sonra petrol
fiyatını yükselterek zor durumda bırakmak istedikleri ülkeleri zor durumda
bırakamadılar. Sonuç olarak uygulamak istedikleri politikayı adeta deldiler.
Ayrıca Yom-Kippur Savaşı sonrasında İsrail Devleti ile Mısır Devleti anlaştılar
ve bir ayrışmada burada ortaya çıktı.
Yukarıda bahsi geçen
silahları birbirine doğrultan iki ülke olan İran ve Irak arasında 1980 - 1988
yılları arasında savaş yaşandı. O günün tarihlerinde A.B.D Irak'ı
desteklemiştir. Bu savaş neticesinde her
iki ülke de birşey kazanamamıştır. Irak ekonomik olarak bir bunalımın içine
girmiş ve bu nedenden dolayı komşu ülkesi olan Kuveyt'i işgal etmiştir. Bu durum karşısında A.B.D önderliğinde
"Çöl Fırtınası" adı verilen operasyonla Kuveyt işgalden kurtarılmış
ve 2001 yılından sonra iyice hedef tahtasına oturtulan Irak'a 2003 yılına kadar ağır bir ambargo
uygulanmıştır. 2003 yılından sonra Irak'da olan insanlık dramı ise birçoğumuzun
malumudur.
İran - Irak Savaşı bittikten sonra bölgede devletler
arasında ekonomik üstünlük kurmanın yerini ideolojik üstünlük kurma niyeti almıştır.
Dünya ülkeleri arasında 1950'lere kadar süren ekonomik rekabet, giderek sosyal politika üretme ve uygulama rekabeti halini almıştır. Ancak
dünyadaki sosyal politika üretme yarışı Ortadoğu'da bu yarış, yukarıda da
bahsedildiği üzere, ideolojik ve mezhepsel bir çekişmeye dönüşmüştür. Hatta
Arap Baharı'nı yaşayan ülkelerin bir kısmı da maalesef bu tuzağa düşmüştür.
Bölgede dünyadaki sosyal politika üretme
yarışının yansıması maalesef mezhepsel olmuş ve bu durum Ortadoğu'da, eğer
böyle devam ederse, kazananı olmayan bir savaşın içine girilmesi durumunu
doğurması ile neticelenecektir. Bu durum maalesef ki ülkelerin toprak
bütünlüğünü göstermelik savunan ve savunmayan diğer devletlere müdahale alanı oluşturmaktadır.
Aynı coğrafya üzerinde yaşayan Yahudi Devletine bakacak olursak onlarda da o
kadar çok mezhepsel ayrılığa rağmen bulundukları alanda birbirlerinin kanlarını
dökmeden yaşamaya devam etmektedirler. Halen bu kadar büyük coğrafyaya sahip
olan Müslüman devletler niye bunu gerçekleştiremesin? Neden birbirlerinin
toprak bütünlüğüne saygı duyup içinde silah kullanma gereksinimi duyulmayan
sosyal politikalar üretmesinler? Sosyal politikalar ile rekabet etmek hem
ülkelerini geliştirecek hem de bölgeye istikrar getireceği gerçeğini ve
böylelikle bir bütün olarak gelişmenin önünün açılacağı aşikar değil midir?
Bazı vaatler ve teminatlar var deniliyorsa cevabım şu
şekilde olacaktır: Şerif Hüseyin'e de bazı vaatlerde ve teminatlarda
bulunmuşlardı. Hep bu vaat ve teminat kelimesi geçince Şerif Hüseyin aklıma
geliyor. Şerif Hüseyin vaat ve teminatlarla kandırılanlardan sadece biriydi.
Eğer bölge istikrarlı bir şekilde bölge ülkeleri tarafından geliştirilmek
isteniyorsa, birbirlerini tuzağa çekip kan dökülmesine neden olacak vaat ve
teminatlara kanmadan, kendi "öz" ünü koruyarak sosyal politika
üretmelidir. Avrupa'nın da geçmişte yaşadığı iç savaşlar oldu ve bunların
kendilerine ne kadar çok zararı dokunduğunu anlayıp şuanda bir birlik olarak,
çıkarlarına uygun anlaşmalar neticesinde, davranmıyorlar mı? Elbette İslam
devletlerinin de oluşturduğu birlikler var ancak ne kadar aktif? Ne kadar
sosyal politika üretebiliyor, ne kadar ekonomik iş birliğini destekliyor, ne
kadar serbest dolaşım hakkı tanıyor? Tabii ki bunlar her ülkenin çıkarları
gözetilerek kademe kademe yapılabilecek faaliyetler. Tabii bu aşamaya gelinene
kadar öncelikli olarak bölge ülkelerinin iç çekişmelerini sonlandırıp bir masa etrafında
toplanabilmesi gerekiyor.
Farklı ve en önemli noktadan bakacak olursak aslında
bizim çok büyük bir ortak değerimiz var ve bu ortak değer birçok politikanın
ana temelini oluşturacak yapıda bir değer: aynı kıbleye dönüp namaz kılmamız.
Bizim bu vesile ile Hz. Ebubekir(r.a), Hz. Ömer(r.a), Hz. Osman(r.a) ve Hz.
Ali(r.a) karakterine sahip müslümanlar yetiştirmemiz gerekmez mi? Bu bölgenin
refaha ermesi için uygulanabilecek en güzel politikalardan sadece ve sadece
biri bu değil mi?
Peki şimdiki halimize bakacak olursak: İslam
Coğrafyası'nda neler oluyor? Şuanda Irak'ta Sunniler, Şiiler daha mı rahat? Ya
Suriye'de? Peki Irak'ın yer altı zenginlikleri kimlere gitti? Geçmişte yaşanan
Irak - İran savaşanının kazanını silah tüccarlarından başkası oldu mu? Yine
geçmişte Irak, Kuveyt'e girdi de ne oldu? Bu arada Irak - İran savaşı öncesi
Irak'ı, İran'a karşı destekleyen ülke daha sonra Irak'ı desteklemeye devam etti
mi? Bu yaşananlar neticesinde peki sonuç ne oldu derseniz? Size söyleyeyim,
olan mazlum halka oldu. "Bütün inanlar kardeştir" ayet-i kerimesine
baktığımız an, "Nedir Bu Yaşatılmak İstenen Mezhep Savaşı?" dememiz
gerekmiyor mu?
Geçmişte Irak - İran arasında oynan oyun şimdi de
Suudi Arabistan ile İran arasında oynanmak isteniyor. Bu oyuna düşülmesi
bölgeyi çok daha fazla istikrarsızlığa düşürecek bir etken değil midir? Peki
Katar krizi işin başka bir vahim tarafı değil midir? Ortadoğu'daki her bir ülke
birbirlerinin toprak bütünlüğüne riayet etmesi gerekiyor ki istikrar sağlansın,
savaşmadan sosyal politikalar üreterek hem bölgenin hem de dünyanın
kalkınmasına farklı bir ivme kazandırılsın. Ne Suudi Arabistan - İran
sürtüşmesi, ne de Katar'a uygulanan ambargo birşeylerin çözümü için bir
faktördür, hatta bu uygulamayı yapanlara da bir kâr getirmeyecektir.
Katar Ortadoğu'nun istikrara kavuşması için çaba
sarfeden bir ülkedir. Bunlara sadece bir örnek verecek olursak: Gazze'de
yaşanan elektrik krizinde Türkiye ile birlikte Katar, Gazze'ye yardımda
bulunmuştur. Ondan dolayı Katar üzerine büyük bir oyun oynanmaktadır. Bu oyunu
körfez ülkelerinin kendilerinin kurguladığını düşünmüyorum. Bölge dışından desteklerle uygulanan ambargo, diyalog yolu ile
çözülmelidir. Çözülmelidir ki bölgede yeni sorunların çıkmasına fırsat
verilmesin ve akabinde daha elzem
sorunlar çözülmeye başlansın.
Türkiye ise politika olarak her zaman Ortadoğu
ülkelerinin hem bağımsızlıklarını hem de toprak bütünlüğünü her daim
savunmuştur.
Diyeceğim odur ki yukarıda bahsi geçen, kan döken,
sorunların aşılması için kesinlikle bir masa etrafında toplanıp konuşulması
gerekiyor. Diplomasi yolu ile birçok sorun çözüme kavuşturulup sosyal ve
ekonomik politikalarla bölgenin istikrara kavuşması ve gelişmesinin sağlanması şahsıma göre
hiç de zor değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder